Lüksemburg
Merhabalar, bugün sizlere küçük ama lüks bir Avrupa ülkesi olan Lüksemburg'a yaptığım geziden bahsedeceğim. Belçika ve Hollanda ile birlikte oluşan Benelüks ülkelerinin en küçüğü olan ve hala Dükalık sistemi ile yönetilen Lüksemburg'un başkenti ve en büyük şehri, yine ülkeyle aynı ismi taşıyan Lüksemburg’tur. Şehir, “Ville Haute” olarak adlandırılan eski kent ve “Ville Base” adıyla bilinen nehir kıyısındaki yeni kent olmak üzere iki bölgeden oluşur.
Sabahın erken saatlerinde başlayan tren yolculuğumuz yaklaşık 5 saat kadar sürdü ancak bu süre boyunca bize eşlik eden birbirinden eşsiz tren manzaraları sayesinde yolculuğumuz oldukça keyifli bir şekilde geçti. Lüksemburg’a iner inmez daha öncesinde belirlediğimiz rotaya göre gezmeye başladık. İlk olarak Lüksemburg'un bağımsızlığını temsil ettiğine inanılan ve eşsiz bir manzaraya sahip olan Adolphe Köprüsü'nden geçerek şehrin en önemli ve büyüleyici manzaralarından birine sahip olan Constitution Square'a ulaştık. Anayasa Meydanı olarak da anılan bu bölgede 21 metre boyunda, elinde defne yapraklarından yapılma bir taç taşıyan bir kadın heykeli olan ve "Gëlle Fra" takma adıyla bilinen güneşin arasında yükselen altın melek anıtı bulunmakta. Bu anıt, İkinci Dünya savaşında sırasında verilen kayıpları ve barışı temsil etmek için yapılmış. Anayasa Meydanı, şehirdeki vadiyi, bakımlı bahçeleri ve şehrin çarpıcı manzaralarını izlemek ve birbirinden güzel fotoğraf kareleri yakalamak isteyenler için harika bir lokasyon.
Meydandaki kısa gezimizin ardından oraya çok yakın bir mesafede bulunan Notre Dame Katedraline geçtik. Lüksemburg’un tek katedrali olma özelliğini taşıyan Notre Dame Katedrali, gotik mimarisi ile hem dış yapısında hem de iç kısmında birbirinden farklı heykeller, motifler ve işlemeler bulunduruyor. Katedrale daha ilk girdiğimiz anda bir ayine denk gelmemiz kültürel açıdan bize oldukça farklı bir bakış açısı kazandırdı. Ayin yapılırken aynı zamanda arka planda çalan Kilise Orgu eşliğinde dua eden insanları görmek benim için oldukça sıra dışı bir deneyimdi.
Katedralden çıktıktan sonra harita üzerinde belirlediğimiz birkaç müzeyi görmeye karar verdik ancak müzelerin çoğunun Pazartesi günleri kapalı olduğunu öğrendik. Görmek istediğimiz birkaç müze olduğu için bu durum bizim açımızdan birazcık üzücü oldu.
Müzeler kapalı olduğu için bir sonraki durağımız dükün ikamet ettiği konut, Palais Grand-Ducal oldu. Bu saray sadece yılın belirli zamanları ziyarete açık ancak normal zamanlarda da çevresinde rahat rahat gezerek fotoğraf çekebilir veya yakınlarındaki çeşitli dükkanları gezebilirsiniz.
Sarayın ardından bir sonraki durağımız Chemin de la Corniche oldu. Burası bana şehir içerisinde başka bir şehir olduğunu hissettiren bir yerdi. Ville de Luxembourg’a tepeden bakılan, konumun en iyi anlaşılacağı bu bölgede tarihi yapıların manzarası gerçekten inanılmazdı. İster asansörlerle isterseniz de merdivenlerle inebileceğiniz bu vadinin içerisinde birbirinden güzel manzaralar görebilir ve harika fotoğraf kareleri yakalayabilirsiniz. İkinci Dünya savaşı sırasında insanların saklandığı ve günümüze kadar tarihi yapısını korumayı başaran bu eski şehri tepeden kuş bakışı bir açıyla izlemek gerçekten büyüleyici bir deneyimdi. Eğer kendinizi orta çağda gibi hissetmek istiyorsanız burası tam olarak görmeniz gereken yer.
Eski şehre indiğinizde öncelikle sizi eski Lüksemburg kalesinin altından geçen petek tüneli olan Casemates du Bock karşılıyor. Burada mağaraların içine oyulmuş bir sürü sığınak ve tüneller bulunuyor. Şehrin bu kısmında inanılmaz bir doğal güzellik hakim.
Biz vadinin içerisinde gezip bir süre Alzette nehrinin kıyısında dinlendikten sonra Pfaffenthal Panoramik Asansör adındaki asansörü kullanarak tekrardan şehrin üst kısmına geçtik. Bu asansör transparan camları sayesinde aşağı inerken veya yukarı çıkarken sizlere harika bir manzara deneyimi sunuyor. Burada çekeceğiniz videoları sonradan izlediğinizde sanki Drone kullanılarak çekilmiş gibi hissettiriyor. Bu asansörün en büyük artılarından biri de vadiye inerken veya çıkarken ücretsiz bir şekilde kullanabiliyor olmanız.
Sizlere birazda şehirdeki fiyatlardan ve ekonomik durumdan bahsetmek istiyorum. Öncelikle şehirde toplu taşımaların ve kullanılan asansörlerin ücretsiz olması oldukça büyük bir artı ancak genel olarak diğer fiyatlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Lüksemburg kesinlikle ucuz bir şehir değil, aksine Avrupa’nın finansal anlamda öne çıkan ülkelerinden biri olduğu için maalesef oldukça pahalı bir şehir.
Lüksemburg genel olarak benim için gezmekten oldukça keyif aldığım şehirlerden biri oldu. Vadileriyle, tepeleriyle, köprüleri ve kaleleriyle sizlere her bir bölgesinde farklı manzaralar sunuyor. Çok büyük bir yer olmamasına rağmen içerisinde barındırdığı tarihi ve doğal güzellikler nedeniyle kesinlikle görülmeye değer. Umarım bu yazıyı okuyan herkes bir gün bu masalsı şehri ve ülkeyi görme şansını yakalayabilir.
Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, sevgiler.